Sosyal
medyanın gelişimiyle beraber artık birçok kitap, film, yazar vs. “fenomen”
oluyor. Bunun bir örneği ise “Kürk Mantolu Madonna”. Eğer biraz olsun sosyal
medyayı takip ediyorsanız, karşınıza mutlaka bu kitaptan bir alıntı çıkmıştır. Peki,
bu kitabı bu kadar popüler yapan şey nedir? Şahsi fikrim, kitabın popüler
olmasındaki en büyük etmen kitabın dili ve olayların kaleme alınış şekli. Sabahattin
Ali, karakterleri ve olayları kaleme alırken öyle bir dil kullanmış ki okurken
kitabın büyüsüne kapılmamamız imkansız. “Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu
hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır.
İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst
tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her
şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini
hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz.” Ne kadar doğru bir
noktaya parmak basmış Sabahattin Ali… Kitabı okurken siz de fark edeceksiniz ki
bu kitapta hayat var. Sabahattin Ali, bize bu romanıyla aşkı, hayatı, tutkuyu,
pişmanlıkları öyle güzel aktarıyor ki sosyal medyada her bir cümlenin
paylaşılmasına şaşırmamak gerek. Eğer bu kitabı okumadıysanız okumanızı tavsiye
ederim. Zira kitabı okuduktan sonra “Neden
bu kadar geç okudum?” diyerek kendime de kızdım.
Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine
kapanık, melankolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı
boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı
koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiştir, bir ailesi vardır. Kendi
hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını
sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı
olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.
20'li yaşlarında
babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir
sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının
otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak
aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif
Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki
Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki
fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini
farketmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde
bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir.
Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun
kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu
öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.
Maria'nın karakteri
Raif'e göre daha dominanttır. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı
ne isterse onu yaptığını Raif'e anlatır. Hatta Raif'i de çok naif bulduğunu
dile getirir. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve uzun
süren bir arkadaşlık başlar. Raif Maria'yı çok sevmektedir fakat Maria'nın
kendisine olan hislerinden emin olamaz. Yine de onun her istediğini yapmaya
çalışır. İkisi beraber rüya gibi günler geçirirler fakat her zaman olduğu gibi
bu romanda da hikayenin sonu kötü biter. Babasının ölümü yüzünden Raif Efendi
Türkiye'ye, eski kasvetli günlerine geri dönmek zorunda kalır.
Yaşlanıp ölümünün
yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını
genç iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi
çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için defteri okur.
(alıntıdır)
Kitaptan
Bazı Alıntılar
“Dünyanın
en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete
düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir. Niçin bunu anlamaktan bu
kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm
verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”
“Her
şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün
müdür?”
“İnsanlar
birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe
teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça
birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyor.”
“hayatımızın,
birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın
teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı
asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu
sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve
bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut
bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir
kafayı parçalayabilirdi. göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa
mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa
yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de
aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk.”
“Dibinde
bir ejderhanın yaşadığı bilinen kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki,
dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir
insan bulmaktan daha kolaydır.”
“Dünyada
sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum, biliyor
musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler
istedikleri için. Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline
gelmesi şart değil. Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini
kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne
kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak
lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı
görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı,
bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz
sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek. Biz isteyemeyiz,
kendiliğimizden bir şey vermeyiz. Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan
tiksiniyorum. Anlıyor musunuz?”
“Onun
yaşadığı yerde yaşamak, onun gibi yaşamak değildi.”
“Başkasına
merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki, ne kendimiz bu
kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.”